I hope this e-mail finds you well!
Yoksa 2018’de Graydon Carter’ın Air Mail’ini gördüğüm andan bu yana hayata geçirmek istediğim newsletter olayı artık bir hayal olmanın ötesine geçebildi mi? “Better late than never” diyerek en azından denemekten zarar gelmeyeceğini düşünüyorum. Zaman içinde formatın değişeceğini/ değişebileceğini göz önünde bulundurarak en azından şimdilik son 7 günde hayatımın merkezine aldığım, bir tweet ya da story’nin ötesinde hakkında daha fazla konuşmak istediğim şeyleri buraya taşımak gibi bir niyetim var.
Şimdi; bir anda oturup yazmasam hiç yazamayacakmışım ve bu maceraya hiç girişemeyecekmişim gibi düşündüğümden gelişigüzel bir şeyler sıraladım. O yüzden öncelikle bir sonraki haftalarda konuşmak istediğim üç mevzuyu da buraya bırakıyorum. Hep boş beleş muhabbetin olmayacağını görmeniz için. Ya da sırf öyle de olabilir. Yani neden olmasın? LOL!
GELECEK PROGRAM
Gravity Fatigue videosu ve hakkındaki düşüncelerim. Video da şurada.
İngiliz ELLE’in sebep olduğu “Kapak nasıl olmalı” tartışması.
Farklı markaların minimal koleksiyonlarında aslında her şey aynıyken her şeyin nasıl ayrışabildiği.


BU HAFTA BENİ EN ÇOK HEYECANLANDIRANLAR
Vogue Taiwan’ın Ocak sayısı. Dans, moda ve Cartier!
Loewe ve Japonya’daki 50. yılı nedeniyle çektiği kampanya. Prada’nın tavşan yılı sebebiyle Çinli ünlülerle gerçekleştirdiği “hediye rehberi” çekimi. Başlığı Memories of Beauty. See Balenciaga! İşler nasıl dramaya dönüşmeden de halledilebiliyor.
Wallpaper, tıpkı Monocle gibi uzun süre önce benim için geçerliliğini, sektör lideri olma vasfını ve güvenilirliğini kaybetti gibi. Ama şubat sayısının kapağında Julianne Moore var. Çekim Inez & Vinoodh imzalı. Hiçbir zaman sevemediğim ikiliyi, neden hiçbir zaman sevemediğimi de çözemedim. Ama kapakta Julianne Moore var.
Miley Cyrus’un yeni albümünün ismi: Endless Summer Vacation. İki Yıl Okul Tatili ya da My Year of Rest and Relaxation gibi! Umarım albüm, diğerlerinin aksine daha optimist bir açıdan ele alıyordur bu yan gelip yatabilme olayını.
Chrisyopher John Rogers’ın Collection 011’i. Koleksiyonun ismi “It’s My Party and I’ll Cry If I Want To.” Başlık en sevdiğim Spotify playlist’imi ve mood’unu anımsattı. Sad but still dancing.
BU HAFTA BENİ ÜZENLER
Takvimde ocak olarak görülen The Idol’un şimdilik yayın tarihinin belirsizliğe düşmesi.
Vogue USA ve ne anlama geldiği belli olmayan dijital ocak sayısı.
1- Şimdi Reklamlar
Ama önce biraz öncesine gidelim. Raf Simons ve Miuccia Prada ilk koleksiyonlarını pandemide sunarken defile sonrasında video yoluyla Q&A yapmışlardı. Sonra bu soru-cevap işini sevmiş olacaklar ki reklam kampanyasında da rhetorical sorular yöneltmeye devam etmişlerdi. Neyse göze çarpan iki şey şuydu. “What is Prada?” ve “Pradaness!”
Konuyu daha çok dağıtmadan meseleye gelecek olursak. Saint Laurent bu hafta içinde yeni kampanyasını sundu. Director’s Cut dört yönetmeni bir araya getiriyor. Mike Q şarkısının söylediği gibi: “All I really wanna be is an icon or a statement no its legendary.” Abel Ferrara, Pedro Almodovar, Jim Jarmusch ve David Crononberg.
Saint Laurent, Anthony Vaccarello döneminde sadece skinny modellerin vaz geçilmez sex sells markasına dönüştü. (Gerçi Anja dışında marka yüzleri de bundan uzakta profiller. Hailey, Rosie, Zoe). Yeni Saint Laurent 60 ve 70’lerde Helmut Newton ve Charlotte Rampling’in gizemli erotizminden uzak. Aslında Hedi Slimane ve Celine’in adı çıkmış ultra skinny diye!
Neyse sinemaya ve sanata düşkünlüğünden ve böyle bir cast’ı seçmesinden dolayı bunu fazlaca Prada ile ilişkilendirdim. Anthony ve her ne kadar Saint Laurent, Almodovar’ın yeni filmini fund etseler de bu erkeklerin hepsi de fazlasıyla Prada sanki. Biraz despot, eğlenirmiş gibi yapan ama disiplinli, böyle gelişime açıkmış gibi görünen ama kuralları olan ve kesinlikle cool insanlar… Bir de Prada’nın bize armağanı Zaddy’ler vardı! Pradalaştırabildiklerimizden misiniz?
2- Aklımı kurcalayan bir mesele
White Lotus’un ikinci sezonunun iki power couple’ını hatırlayalım. Daphne & Cameron, Harper & Ethan. Publishing’in iki power couple’ı da şu şekil: Yolanda & Matt, Rachel & Lloyd. İlk çiftimizi uzun zamandır ağzımdan düşürmediğim için zaten ailemizden biri gibi tanıyoruz hep beraber. İkincisi de şu sıralar ne yazsa okuduğum “The Prophet Pizza” aka Rachel, hem invitation only newsletter’ı Opulent Tips’in yaratıcısı hem de Bazaar’ın moda haberleri direktörü. (Haber deyince bizdeki gibi bülten editlemiyor tabii.) Eşi de Artforum editörü.
İki couple olarak White Lotus’a katılsalar hangisi, hangisi olurdu acaba. Yani iş kollarına bakacak olursak biraz belli sanki ama? Yine de kafa patlatabiliriz bu konu üstüne.
3- Film
Sanırım yeni yılı bir Ozon ya da Penelope Cruz meets Almodovar filmiyle açma gibi bir huyum var. Aslında biraz daha spesifik olmam gerekirse, Swimming Pool ve Volver ile. Swimming Pool benim için takıntı derecesinde. Tarihin en iyi filmi değil, ama benim en sevdiğim film. Bir noktada muğlaklaşan, kurmacanın içinde kurmaca, “şimdi tam olarak nerden sonrası gerçekten hikayenin devamı, nerden sonrası hayal ürünü” diye tam bilemediğim ya da üstünde düşünmek zorunda kaldığım hikayelere bayılıyorum.
Yeni yılda ilk izlediğim filmin kötü çıkma riskini ortadan kaldırmak için zihnimin bana oynadığı garip bir oyun mu bilmiyorum, ama epey zamandır bir şekilde izlediğim ilk filmlerin bu olmasına gayret ediyorum. Hatta 2018’im sanırım o kadar kötü geçmişti ki geriye dönüp bakınca izlediğim ilk filmin bunlar olmayışına bile bağladığımı etrafta dile getirmiş olabilirim. Geçen sene TAKINTILARIM listesinde zirve Ryusuke Hamaguchi reis olduğundan ve onun filmografisini tamamlama aşkıyla yanıp tutuştuğumdan Letterboxd’da logladığım ve analog bir şekilde de kayda geçtiğim ilk film “The Depths” olmuştu. 2022 kötü mü geçti peki? Hımm, daha iyilerini yaşamıştım, ama yine de fena sayılmazdı. Neyse bu yıl 1 Ocak sabaha karşı uyumadan önce laptop’ı kucağıma alıp Mubi’ye Volver’in geldiğini görünce eski alışkanlıkları canlandırma vakti gelmiştir dedim. Bu filmde spesifik olarak sevdiğim şey Madrid’in dışındaki o inanılmaz güzel ve beyaz köy evleri, avluları! Ha sadece bu kadarı bir filmi "TAKINTILARIM” listesinde zirveye oynayan şey yapmaya değer mi emin değilim… Biraz bu newsletter’ın amacı da bu takıntıların nedenini sorgulamaktı sanırım, ama şimdilik derinlemesine dalmayı bir kenara bırakıyorum. Aykun’u tanımak 101 olarak düşünün bu ilk postayı.
4- Kitap
James Baldwin okumak için her zaman ertelediğim ya da o özeni göstermediğim kişilerin başında geliyordu. Ta ki geçtiğimiz yıl “Swimming in the Dark”ı okuyana kadar. (Bunu da hepiniz KESİNLİKLE OKUMALISINIZ. HATTA FİLMİ DE ÇEKİLMELİ.) Herhangi bir romanda, filmde bir karakter başka bir kitap ya da filmi kendi takıntısına çeviriyorsa artık o benim de TAKINTIMDIR. Giovanni’s Room da öyleydi. Swimming in the Dark’taki esas karakterimiz okuduğunun görülmesinden utandığı için kitabını başka diğer kitapların arasına gizliyordu.
Amerikalılar için fazlasıyla takıntıya dönüşmüş bir klişe var sanırım. Hayatlarının bir bölümünü Fransa ve İspanya’yı keşfederek geçirmek. Travel dergilerine bakacak olursam sanki İtalya hep biraz daha seyahat odaklı ve listeye sonradan eklenmiş, ama Paris, Güney Fransa ve trenle İspanya sanki default olarak onlara yüklenen bir özellik, en azından edebiyat ve sinema için iyi bir malzeme. 50-70’ler arası Paris’i kendine ikinci evi olarak seçen Amerikalılar hikayesini çok izledik/ okuduk! The Dreamers, Hemingway, Audrey Hepburn, ScarJo’nun Paris erası ve Vanity Fair France’ın bunu kapak mevzusuna çevirmesi, EMILY!!!!!
Şimdi kitapta tabii üstüne esas düşünülmesi gereken şey şu: Birinin (bir erkeğin) başka birinden (erkekten) duyduğu haz. Bundan utanması, bunu bastırmaya çalışması, bunlar olurken kendini, kim olduğunu bulma isteği.
Yukarıdaki fotoğrafa dönecek olursak… T Magazine 2019 Eylül sayısında James Baldwin ve özellikle bu romana adadığı bir sayı hazırlamış. Hanya Yanagihara’nın Queer culture’a, 80’lerde ve 90’larda ve günümüzde queer olmaya adadığı başka sayılar da oldu. To Paradise romanından sonra gay’lere acı çektirmekten hoşlanan biri olarak tanıtıldı hep. AHAHAHA. Daha doğrusu gay’lerin acı çektiğini görmenin ona keyif verdiği espirili bir dille yazılıyordu. Özellikle neden bu kitaba koca bir sayı ayırdığını böylece anlamış oldum.
Bir dergi editörünün kendi takıntısını koca bir sayıya çevirme girişimine bayılıyorum. Öte yandan bazı kitapların beyazperdeye aktarıldığını görmeyi hayal ettiğim kadar moda dergilerinin o kitapları nasıl yorumlayacaklarını düşlemek de heycan verici. Konu dışında ama Vogue Türkiye’de bir Elif Şafak editöryali vardı, sanırım yayınlanmaya başladığı ilk günlerde. Sanayide Jil Sander (by Raf Simons giyen model!)
5- Sergi
Yeni yılın ilk günü değil, eski yılın son gününde kendimi 3 aydır ertelediğim bir şeyi yapmak konusunda nihayet motive ettim. Beşiktaş’tan ötesi için demek istediğim tek şey şu “ÇOK UZAK ANNECİM”. Bu yüzden Sakıp Sabancı Müzesi’ndeki Hüseyin Çağlayan, (merak ettim bu kez neden Hussein Chalayan değil) sergisini görmeyi hep erteledim. Sergi bitti bu arada! Ama üstüne yine de yazmak istiyorum BİR ARA. O yüzden şimdilik bunu bir sonraki newsletter’a bırakıyorum.
Esas değinmek istediğim Pera’daki Paula Rego sergisi! Şimdi first things first! Evet dünyada keşfedecek ON BİNLERCE KİTAP, FİLM FALAN VAR! Ama şeye çok şaşırıyorum. Bugüne kadar mesela nasıl olmuş da Paula Rego ismini duymamışım. Trendsetter’ın başındayken, hatta sanırım ikinci sayımda bir Yeşim Akdeniz röportajı yayınlamıştık. Başlık şuydu: OLUR DA BİR ŞEYE ŞAŞIRIRSAM İŞTE BUNA ŞAŞIRIYORUM. Sanırım epey eğlenmiştim bu cümleyle, ama esas manasını yıllar içinde çözdüm sanırım.
Neyse, internet jargonuyla yorumlayacak olursak Rego’nun resimleri tam bir MEME GENERATION işleri gibi. Bu gözle bakmak da çok acı sanırım. Ya da bilemedim. İnternette real talk diyerek PAZARTESİ SABAHLARINDAN, İŞLERİMİZDEN NE KADAR NEFRET ETTİĞİMİZDEN, ÇALIŞMANIN ÇOK GEREKSİZ OLDUĞUNDAN ve DEPRESİF TAKILMANIN NE KADAR COOL OLDUĞUNDAN KONUŞUYORUZ. Şimdi şöyle bir düşünün Pera Müzesi’nin bir katı tamamıyla koltuklar ve yataklar üzerinde yüzü bir o yana bir bu yana eğilmiş depresif karakterlerle dolu. Rego bir noktada bu işleri sergilemek istememiş bile “O DENLİ DEPRESİF OLMAKTAN UTANIYORUM” demiş!!!!!! RIGHT! Şaka bir yana resimler bir parça “erkek sorumsuzluğu, kıskançlık, kürtaj gibi mevzulara” değiniyor.
BENCE ŞU ANDA İSTANBUL’DA GÖRMENİZ GEREKEN SERGİLERİN BAŞINDA GELİYOR. Bu arada şimdilik listemin tepesindeki diğer iki sergiden biri Meşher’de bir kez daha görmek istediğim “Ben Kimse, Sen de mi Kimsesin?” diğeri de Sabo’nun Versus Art Project’teki “Golden Hours” sergisi.
6- (Reality) TV
Nereden düştüm bilmiyorum da yatıp kalkıp Terrace House ve Single’s Inferno izliyorum! Aslında ikinicisi haftada sadece iki bölüm ve gelecek hafta bitiyor. Diğerinden tonlarca bölüm var.
Şimdi mevzuları karıştırmadan aslında bu aralar kafamı kurcalayan iki mesele olduğu için biraz sardım bu programlara. Yani bu meselelerden birinin aşık olmak diğerinin de “date etmek” mevsuzu olduğunu anlamışsınzdır diye düşünüyorum. (Siz bir de bu hafta Pandora’dan sipariş ettiğim kitapların adını görseniz. Aşka Övgü, Yalın Tutku, Duygusal Adam, Yarın Savaşta Beni Düşün)…. TAM OLARAK HANGİ ERAMDAYIM?
Şimdi henüz izlememiş olanlar/ izlemeyi düşünmeyenler, ama bu newsletter’da da bu bölümü pas geçmek istemeyenler için ekstra minik bir özet geçmem gerekirse:
Single’s Inferno: Bir ıssısz adadasınız. Burası Cehennem. Çeşitli oyunlar oynuyorsunuz, oyunu kazananlar date etmek istediği kişiyi seçerek (bazen her iki tarafın da aynı kişiyi seçmesi gerekiyor, bazen el mahkum seçildinse gidiyorsun) şehirde bence estetik yoksunu ama ultra lüks gibi görünen otelde bir gece geçiriyor. Şimdi burası Güney Kore! Öpüşmek ve seks yok yani. Hani bir gece dedikse… Yaşını soruyorsun, mesleğini soruyorsun, ilişkiden beklentin nedir, bende neyi sevdin gibi sorular üzerine sohbet. Date’e çıkınca böyle şöyler konuşuluyor mu? Bilen varsa DM kutumda beni aydınlatsın please!!!!!!
Terrace House: Üç kız, üç erkek kendi günlük hayatlarına devam ederken bir evde kalmaya başlıyorlar. Netfix cinselik uyarısı yaptı, henüz öyle bir şeyle karşılaşmadım ama… Bir de buranın esas amacı illa da “o kişi”yi bulmak değil gibi. Mesela yarışmacılardan biri up and coming bir oyuncu. “Biraz da insan tanımak için, mimik çalışmak için geldim” dedi. Yersen! Sonra bir erkek üzerine iki kız kavga edince, diğeri ona şöyle dedi: “Madem oyuncusun onun yanında duygularını gizleyebilmen gerekiyordu.” Aranızda bunu okuyan OYUNCU BİRİ VARSA BUNUN MÜMKÜN OLUP OLMADIĞI KONUSUNDA BENİ BİLGİLENDİREBİLİR Mİ? PLEASE!
Burada da konuyu daha çok eşelemeden büyük hayallerimden birinin de Reality TV programının yapım ekibinde yer almak olduğunu söyleyeyim. Ne kadarı sahte, ne kadarı gerçek. Faks kadar büyük gizem benim için.
7- Dergi
Dergiler konusunda çok az şey beni heyecanlandırıyor artık. Hayatta hiçbir zaman sıkılmayacağımı düşündüğüm bir şeyin beni fazlasıyla üzmeye başladığını fark ettim. Bu belki tamamıyla başka bir bültenin konusu ama! Tam bunu yazmaya çalışırken Hollywood & Publishing konusundaki 4 cemreden ikincisi düşmüş bulunuyor. Ve beni nadir heyecanlandıran şeylerin başında bu geliyor.


Cemre demişken: Şimdi ilki, New York Magazine, ki bunların Hollywood portolio’su genelde Aralık ayında geliyor. Michelle Yeoh, Aftersun’dan Frankie Corio falan başroldeydi.
İkincisi son birkaç yılda gelenekselleşen British Vogue x Greg Williams portfolyosu. Çekim Şubat sayısında yayınlanıyor. Williams’ı özellikle Cannes ve Venedik’te ünlülerin odalarına dalarak çektiği -tabii ki kurgu- samimi (effortless anlamındaki) fotolardan biliyoruz. Şimdi bence bu adamın print work’u bu Instagram kareleri kadar büyüleyici ve şok faktörlü değil. Hatta dergideki çekim gereksiz yapmacık, ama bir şekilde hoşuma gidiyor Vogue’un bu hamlesi. Yani matematik gibi doğru kadro!
Çekimin teması ise 20’ler! Büyük ihtimalle bir Babylon göndermesi, ama neden? Yani eminim Türkiye sahillerinde geçen Aftersun’ın yürek burkan depresifliğine gönderme yapmak istememişlerdir, çoklu evren meselesi de dergi sayfalarında kendini belli edemeyeceğine göre... Humm Hollywood ve 20’ler denmiş. Aman neyse! Kadro efso!
Üçüncüsü ve dördüncüsü ise sırasıyla W ve Vanity Fair portfolyoları! Kimlerin çekileceği kadar kimin çekeceği de merak konusu tabii!
GELECEK HAFTA PRE-DUMP
Şimdilik bu kadar! Henüz izlemediyseniz Aftersun’ı izlemeye unutmayın. Cuma Mubi’ye gelmişti. Ay böyle bir şey mümkün mü zaten! Biri twitter’da “Mubi bir telefonumuza mesaj atmayı akıl etmemiş” gibi bir tweet yazmıştı. Haklı!
My Year of Rest and Relaxation bu hafta bitirmeyi planladığım kitap.
Haftaya pazar, tabii bizde pazartesi The Last of Us huzurlarımıza geliyor.
Ayın 11’i günlerden Golden Globes!
Biraz da moda diyecek olursak… Bu hafta Pitti Uomo ve Milano Moda Haftası başlıyor! Sonrası çorap söküğü gibi gelecek! Önce Paris erkekler ve couture sonra sol baştan say diyerek New York moda haftası ve saat yönünde Londra, Milano, Paris!
Yılın ilk 13. cumasında Miley Cyrus yeni şarkısıyla geri dönüyor. Hiçbir zaman Miley fanı olmadım, Wrecking Ball dönemi ilgimi çeken tek işi, ama tüm bu promo döneminde 90’lardan ve arşivlerden look’larla (Gucci, Versace bla bla) geri döndü. SHE IS A FASHION QUEEN NOW! Yani bu demek oluyor ki, pop culture kendisini çok sevecek…
M3GAN meme’lerini takip ediyor musunuz bilmem, (cümleye gereksiz giriş oldu) ama Allison Williams mı buna sebep oldu bilmiyorum, sanki bu aralar herkes yeniden Girls izliyormuş gibi. Twitter’da sürekli klipler düşüyor önüme. En kısa zamanda bu maratona yeniden başlıyorum. Bana eşlik etmek isteyen?
Son olarak bütün hafta dinlediğim şarkıyı bırakıyorum buraya.