Anthony Hopkins’in bir Skims ürünü pazarladığı dünyayı hayal eder miydiniz? Sydney Sweeney’nin tartışmalı jean reklamı, Pamela Anderson’ın güzelliği şaka mı ve Carrie Bradshaw’un vedası… Haftanın takıntılarına hoş geldiniz!
Ama;
Her şeyden önce
Haftaya yeni bir Tame Impala şarkısıyla başladık. Tam bu yazın CİN TONİKLE TERASTA DANS ETTİRECEK şarkısı yok henüz derken. 7 dakikalık bir masterpiece, “bugünlerde kimse çalışmak istemiyor” diyen Kim K, uzunluğunu görse utanır mı? Sanmam!
Gelelim video’nun arkasındaki estetik dili oluşturan isimlere
Imogene: The kreatif direktör
Julian Klincewicz: Yönetmen
Imogene, Charli xcx’in görsel dünyasının arkasındaki isim. Julian ise bir zamanlar Gosha Rubchinsky ve Kanye gibi bütün problematik isimlerle yolu kesişen, pek de problematik durmayan bir kreatif. Old school/ old soul gençlik kültüründen gelen Harmony Korine ve Larry Clarke ekolünden… Aussie beach’ler ve LA’den çok daha uzak ve soğuk bir iklimde yetişse de (Şikago) VHS’i, palmiyeleri (grain’li) ve kaykaycıları fotoğraflamaya bayılıyor. Enerjisini birden fazla disiplinde üretmeye harcıyor.
Jonas Akerlund video’larıyla büyümüş pop çocuğuyduk biz. Bugünlerde yeni jenerasyon video yaratıcılarının müzik yıldızları tarafından daha çok tercih edildiğini söyleyebilirim. Julian gibi, Aidan Zamiri gibi, moda dünyasından tanıdık olsa da disiplin dışında çok tanınmayan Gordon von Steiner gibi.
Bu hafta internetteki en güzel şey
Saint Laurent’ın kısa filmi. Güzel olma sebebi Kate Moss ve Chloe Sevigny. Ve Los Angeles. Bonnie and Clyde gibi üstü açık arabayla Amerika’nın geniş yollarında ilerliyorlar; Chloe, Kate’in memesini tutuyor, birbirlerine halleniyorlar, ve sonra fonda Mert Alas’ın her zamanki gibi kendini fazla ciddiye aldığı şiirini fonda duymaya başlıyoruz. (Burada yine anmadan geçemeyeceğim Marion Cotillard ve Snapshots in LA, Dior videosunu ekleyeyim).
Videoki herkes ve her şey ve tüm estetik tıpkı 2010’ların ilk günleri gibi. Z jenerasyon yaratıcıların elinden çıkan işleri -çoğu zaman satüre, cayır flaşlı ve renkli reklam kampanyalarını, moda çekimlerini- sevsem de dünyamı tedirgin hissettiren amorf estetiklerinin karşısında o günlere dair bir şey görmenin huzuruyla nostaljiye kendime kaptırma savaşında yine kaybettim.
Kate ve Chloe’nin tarihte ikinci kez yan yana geldiklerini biliyor muydunuz?
Arayı bir daha bu kadar açmayın! Ama neden yan yana gelmediklerine dair bir rivayet şu olabilir. iD bir keresinde sanırım Chloe’ye modellik üzerine soru soruyor, o da şöyle diyor:
She mentions a photo of herself next to Kate Moss as an example of just how uncomfortable she felt in those scenarios. "She's all like, super sexy holding a glass of champagne in underwear, really owning it, and I'm standing next to her like [scrunches up].
Bu hafta internetteki en güzel ikinci şey
Pamela Anderson ve Liam Neeson aşkı.
İzlemeyen varsa herkese HBO yapımı Tell Me You Love Me’ye başlamalarını öneririm.
Haftanın mood’u
Bu hafta kendimi sürekli, ağaçlarla çevrili- yokuşa aşağı dar bir patikada yürürken gördüm. Espadrillerimin topuklarına basarken denize girmeye gidiyordum sanki.
Random
And Just Like That’in üçüncü sezonla son bulması hem rahatlatıcı hem de üzücü. Dizi ne kadar berbat olsa bizim kızlardı işte. Rahatlatıcı yanı şu: dizinin less sex, less city ve VERY DEMURE olup insanı depresifliğe sürüklemesi. Seema olmasa ne yapardık?
Bir diğer garip olan şey 10. bölüm final gibiydi. Geriye iki bölüm kalıyor. Sanki “Sex and The City The Movie” gibi bir de “And Just Like That The Movie” çekmişler de onu izleyeceğiz. Dizi sezonun en başında pozitif yorumlar alsaydı bu açıklama yapılmayacaktı da, ne olur ne olmaz diye bir de final çekmişler ve o şekilde bağlıyorlar şimdi vibe’ı veriyor.
SJP, dizinin üç sezonunun tamamından daha güzel bir metin kelime almış karakterini ve dolayısıyla diziyi anlatırken. Keşke bu enerjinin bir kısmını writer’s room’a da taşısaymışsınız, ama neden 27 senedir her hafta bu diziyi izliyormuşuz gibi bir duygu yaratıldı? Girl, zaten üç sene öncesine kadar eski anılara yapışmış bir şekilde OG diziyi izlemeye devam ediyorduk, jeneriği olmamasını hep garipsediğim, theme song bile vermeyen AJLT devam ederken de SATC izlemeye devam ediyorduk ve etmeye devam edeceğiz. Kızların hepsi yaşamaya devam ederse Before Triology gibi bir hikaye izlemeyi de çok isterim. Özellikle Carrie’nin yaşlanmasını - pardon yaş almasını ve gençliğe has “joie de vivre”i kaybetmesini görmek kalbimi yaralasa da…
Fondazione Prada, 10. yaşını kutluyormuş, aslında tam teknik olarak değil ama yeni yerinin ve bugün sahip olduğu formun 10. yılını desek daha doğru. Bayan Prada ve eşi Patrizio Bertelli 1993 yılında sevdikleri sanatçılara alan oluşturmak için bir galeri space’i açıyorlar. PradaMilanoArte. Amaç takip ettikleri sanatçılara full özgürlük verdikleri bir oluşum. İki yıl sonra iş Fondazione Prada’ya evriliyor. ArtePovera akımının başlangıcını geniş kitlelere duyuran Germano Celent de müzenin artistik direktörü oluyor. 2015’te ise -eskiden bir fabrika- damıtma fabrikası olan yere konumlanıyorlar. Milano’nun çılgın kalabalğından uzakta, şehrin güneyinde…
Fondazione Prada’dan sonra moda dünyasının - güncel ve çağdaş sanatla olan bağı da derinleşti. Fondation Louis Vuitton, Kering’in (Balenciaga, Gucci ve YSL’nın da sahibi) önce Venedik’te Palazzo Grassi’de ardından Bourse de Commerce’de sergilemeye başladığı koleksiyon gibi.
Lisede tanıştığın ve sonra evlendiğin 15 yıllık ilişkin sonlandıktan sonra yeniden date’e çıkmaya çalışmak gibi bu post-Spotify devri. Sanki paramızı
yapay zeka destekli bir askeri teknoloji şirketine yatırmasaydı da hayatımıza mutlu mesut devam etseydik ne olurdu? YouTube Music’e hâlâ alışamadım. Aktardığım playlist’ler, kapakları ya da tagline’ları kayıp, bazılarında eksik şarkılar var. Dinlediğim bazı Podcast’leri bulamıyorum… Neyse omurgamızı dik tutuyoruz.
Aslında bu geçen haftanın grafiğiydi ama burada paylaşmaya unuttum.
Dünya 2008’den sonra yeni bir yöne gitti. Bu şema da içinde bulunduğumuz dünyanın süper hızlı bir özeti. Böyle birinci sınıftaki bebelere “bakın bu dünya” diye gösterilmesi gerekiyor. İlk sütün 00’lerin ortasına kadar uzanan geleneksel düzen. Orta sütün 2010’ların tamamı. Son ise post-covid era! Deodoroant sıkma yoğunluğunu azaltarak ozonun delinmesini yavaşlatmak gibi, son sütunun da daha da hızlı bir çarka dönüşmesini yavaşlatmalıyız.
Oturup hiç Kate Moss nasıl yaşlanacak acaba? Mesela 78 yaşına geldiğinde neye benzeyecek diye düşünüyor musunuz? Yoksa normal misiniz?
Geçen gün, New Yorker’da martta yayınlanmış bir Jonathan Anderson profili okudum. Yazı falan her şey çok güzel de, esas görmenizi istediğim iki satır vardı. Onu da buraya ekliyorum. Cümlenin ahenkli kompozisyonuna bayıldım. Rebecca Mead imzalı. (Anderson’la buluşmaları birkaç kez ertelenince yazmış bu satırları).
that was confidently scheduled and then indefinitely postponed but never definitively cancelled.
İnsan şu soruyu sormadan edemiyor. Hiç out of style olmuş muydu? Bir taraftan da Twitter’da sürekli “beyaz ten savunacağız” diyen bir kitle var…
Geçen hafta bahsettiğim Graydon Carter günlüklerinde şu paragrafa görüp epey gülmüştüm:
One thing I noticed about Los Angeles was that, despite the glories of its climate, almost nobody, aside from Bob Evans, George Hamilton, and a few other hearty souls, had a tan. My thinking was that tanning was considered very '70s, and that the lack of color indicated that you were chained to a desk somewhere and therefore working on something really important.
Sydney Sweeney’nin bu hafta yaşadıkları birkaç hafta önce eleştirilen Sabrina Carpenter gibi. (Bu yazıyı dün twitter’a bir bomba düşmeden yazdım. buzzfeed gibi kaynaklar sweeney’nin florida’ya kayıtlı republican seçmeni olduğunu yazdı. tahmin ettiğimiz ve bildiğimiz bir şeydi, ama açıklanmadığı için de göz ardı edebiliyorduk. zendaya ve hunter schafer ne diyor acaba). Sweeney; sarı saçlarını, sağlıklı ve “voluptous” vücudunu, dolgun memelerini sergilemeyi seviyor. Bunları sevdiği kadar onu izleyenlerin şehvetle dolup taşmasını da seviyor. Vücudunun suyundan! yarattığı sabun, Ford Mustang kampanyası, Salma Hayek okulundan hepsi pek iyi’yle mezun olduğunu kanıtlayan Instagram’ı.
Peki American Eagle kampanyası bunun neresinde duruyor?
80 ve 90’ların mass market Calvin kampanyaları cool çocuklar, LA ve New York’a hitap ederken American Eagle daha banal! bir kitleye ve Orta Amerika’ya hitap ediyor. Ama burada olay Carpenter’da olduğu gibi sadece “male gaze”i hedef alması değil;
sydney sweeney has great jeans.
jeans - genes
genes, referring to Sweeney’s famously large breasts; genes, referring to her whiteness. (American Eagle has said that the campaign “is and always was about the jeans.”) Interestingly, breasts, and the desire for them, are stereotyped as objects of white desire, as opposed to, say, the Black man’s hunger for ass.
Sydney Sweeney 2022’de Hollywood Reporter’a -yanılmıyorsam- verdiği röportajda “sadece oyunculuk faturalarımı ödemiyor” demişti.
bavul
tartışmayı new york times’ın t magazine’i başlattı. yaz tatiliniz ne kadar uzun olursa olsun kıyafetlerinizi bir kabin boya sığdırabilirsiniz dedi. (oysa derginin yayın yönetmeni hanya yanagihara’nın romanlarından birini taşıyabilmek için bile extra bagaja ihtiyacınız var - kalbinizde yer açmanız gereken ekstra bagajı saymıyorum bile.)
sonra tracee ellis ross, real life carrie bradshaw, (yani sahip olduğu dolabı düşünecek olursak) “bakmayın alışveriş düşkünlüğüme ve çeşit çeşit giyindiğime, mesela iki iç çamaşırı yeter” dedi. “otel odamda onları yıkayabilirim, valizde kalabalığa yer yok”. tracee’nin yeni bir reality tv programı yayında bu arada. Tek başına seyahat etmeyi sevenler kulübü. Neden tartışmaya dahil olduğu belli.
tercihiniz ne olursa olsun, bunlar sıradan insanların dert edinebileceği şeyler ama, bir keresinde san francisco havalimanında görevliler bavulumu açıp 10 günlük seyahate neden x2 sayıda tişört/gömlek götürdüğümü sorduklarında - fazla terliyorum cevabını almışlardı. terlemek kısmen yalan, konu seyahat olunca -iş ya da keyfi- yapamadığım tek şey hangi saat ve hangi gün ne giyeceğimi önceden bilmek. bu da benim lüksüm olsun. keyfim ve kahyasının fikri değişebilir, and that’s OK!!!
andre leon talley, the chiffon trenches kitabında louis vuitton bavullarının fazlalığıyla gurur duyuyordu, bir başka zengin (editör, hello golden age of magazines) çantaları için ayrı uçak tutuyor! ama şimdilik konumuz CRAZY RICH zenginlerin bavulsuz seyahati! nedeni, sahip olmak istediği her şeyden, sahip olduğu ev kadar satın alıp her bir lokasyondaki dolaba bir tanesini bırakmak…
Best dressed
İnternet çok hızlı. Her şeyi yukarıda yaşıyoruz zaten. Vaness Kirby geçen haftanın ünitesiydi. Bu haftaki meselemiz Lindsay Lohan, Jenna Ortega ve Pamela Anderson. Ne yazık ki yeni bir “internet’s boyfriend” diyebileceğimiz kişi çıkmadı… Haftaya!
Haftanın kapakları
Yeni bir dergi. Hatta bayağı yeni. Henüz sayı 01. Translator Magazine. Dünyanın farklı ülkelerinden farklı türlerde içerikler. Epey merak ettim.
Mariah Carey’nin daha önce hiç Vogue’a kapak olmadığını biliyor muydunuz? Sadece bir İspanyol edisyonu var cebinde, ama “THE” vogue olmadığı sürece neye yarar. Bu hafta Bazaar UK’in kapağında.
İngiliz ELLE’in eylül kapağında da Winona Ryder. Bu noktada Vogue’un kapağını daha çok merak ediyorum. Bir 90’lar yıldızları üçlemesi yaşar mıyız?
Yakın zamanda karşılaştığım bir dergi, ama beşinci sayısı gelmiş. Tax Magazine.
Henüz ilk sayısı çıkmış bir dergi daha. Fay Magazine, queer fotoğrafçılık üzerine.
Bir ilk sayı daha. Highsnobiety meets iD meets Freund von Freunden tadında bir websitesiydi, Sabukaru. Tokyo based ama global içeriklerle connectlenmiş kolektif dijital mecranın şimdi bir de dergisi var.
Her sayısı bir başka moda tasarımcısı/kreatif direktör tarafından hazırlanan A Magazine’in bu seferki “kürasyonu” Willy Chavarria tarafından. Latinolar ve işçi haklarından ilhamla tasarlayan Willy’nin dergisini tabii ki merak ediyorum.
Bu hafta en sevdiğim kapak New Yorker’dan.
Carlos Alcaraz, Financial Times- HTSI kapağında.
Geçen haftadan paylaşmayı unuttuğum ve fikri muazzam olan dijital bir kapak hikayesi. WSJ Magazine, dünyanın farklı noktasından farklı estetik dile sahip dokuz fotoğrafçıyı Giverny’e Monet’nin bahçelerini fotoğraflamaya yollamış. (Yıl sonunda geriye baktığımda yılın en iyi dergicilik işlerinden biri olarak hatırlayacağım).
Emily Blunt, Vogue Hong Kong’da. Bakın bir dergi, hele ki Vogue edisyonu, çirkin bir font kullanıyorsa o derginin bana sunduğu hiçbir şeyi kabul edemiyorum. Ayrıca bir başka Vogue edisyonunun bastığı ai ilan sebebiyle fırtınalar koparana kadar, kapak ismini tanınmayacak şekilde fotoşoplamanın hâlâ normal sayılmasını konuşmalıyız. New York sokaklarından yeteri kadar Devil Wears Prada içeriği gelmiyormuş gibi Emily de kapakta rolünü devam ettiriyor. GROUNDBREAKING! Kapağa dair en güzel şey Burberry koleksiyonundan olan “palto” ve köpek arkadaşımız.
Haftanın fotoğrafı
dua lipa’nın, 2009 jargonuyla facebook albümü (yaz ‘09) ya da 2024 instagram diliyle IG dump’ı…


Teşekkürler, gelecek hafta görüşmek üzere