Recap #44
Bu hafta konuşmak istediğim birkaç şey... Andrew Scott, Beyoncé, Dua Lipa, Kirsten Dunst
aşırı aşırı uzun, mailinizde fotolar ve quote’lar ve yazı tam görüntülenmeyebilir. uzun halini görmek için direkt şu link’i tıklayabilirsiniz.
Başlamadan önce… Bu hafta en çok;
dinledim. I AM COLDER THAN TITANIC WATER!!! YOUR ARROGANCE DISTURBED MY SOLITUDE…. Bu şarkıyı o kadar çok dinledim ki… Modum ektedir:
Ama geçtiğimiz haftalarda çalışırken ya da geri kalan her anda hemen hemen sadece yeni Four Tet albümü Three’de tutuklu kaldım.
neler oldu? kısa bir özet…
Konuşmak istediğim konular hakkında konuşmaya üşendiğimden, ama onlar hakkında bir şeyler de yazmadan geçmek istemediğimden buraya topluyorum… Yoksa bir hafta daha bu newsletter yarısı yazılmış bir şekilde draft’larda duracaktı ve zamanım boşa gitmiş ve bir hafta daha kendimi başarısız/ tembel hissedecektim… (RING THE ALARM Beyoncé, oversharing!!!!!)
RÖNESANS > COWBOY CARTER!!!! Bu konuda anlaşabiliriz diye düşünüyorum. Albüm bir kez daha şunu sorgulattı… TAMAMI CAPS LOCK AÇIK MI yoksa ariana grande usulü her karakter - miniskülde mi kalmalı? Ama Beyoncé’ye bakıp birçok konuda ilham alabilirsiniz. İnsalar ikiye ayrılır, mıy mıy’lar, get things done diyen tez canlılar. İnsanın Dua Lipa’ya kalkıp “lady be serious” diyesi geliyor. İlk single “Houdini” yayınlandığında neredeyse kavimler göçü era’sındaydık. “Training Season”ı ayın 10’unda “düşüreceğim” dediğinde Hawaii saatine göre ayarlamıştı resmen release anını… Geçen gün de yeni single’ı “Illusion”dan ufak bir parça dinletti… Son dört yıldır uzun bir şarkının farklı farklı bölümlerini dinliyoruz sanki. Bu sırada yine de bütün dünyayı gezme tutkusu/ takıntısı… (Rihann’nın tembelliği, girl anlıyorum seni! Dua’nun seyahatnamesi… Olmak istediğim iki insan…)
Brazil, Morocco, London to Ibiza
Straight to LA, New York, Vegas to AfricaBeyoncé’ye dönecek olursak: Çok az şey paylaşarak MİT YARATMA YETENEĞİNE DE HAYRANIM SANIRIM. ŞİMDİ, ALBÜMÜN YAYINLANMASININ ÜZERİNDEN 10 GÜN GEÇTİ, İNSANLAR ŞARKILAR HAKKINDA FİKİR YÜRÜTMEYE DEVAM EDİYOR! NEDEN ONU DEMİŞ, NE OLMUŞ, DAUGHTER’DA KENDİSİNDEN Mİ BAHSEDİYOR, JOLENE’DE MESELE ANNE Mİ? YALNIZ HERKES JOLENE YÜZÜNDEN BEYONCE’Yİ DRAG’LEDİKTEN SONRA SÖZLERİ ASIL YAZANIN DOLLY OLDUĞUNU ÖĞRENDİKLERİNDE ….. (Enstürmanlarını çalsın diye bile alanındaki A list isimleri toplama merakı.) Neyse yutkunuyorum bundan sonrasını…
AMA ŞUNU DEMEK İSTİYORUM. BEYONCE DERGİ YAPAR GİBİ ALBÜM YAPIYOR, ŞARKILARIN AKIŞ SIRASI, DAVET ETTİĞİ İSİMLER…
Rönesans’ın en eksik yanı Confessions on a Dance Floor’daki gibi kaymak gibi geçişlerin olmamasıydı. Cowboy Carter bu konuda çok daha iyi, birkaç yerde nerede şarkı bitiyor, nerede başlıyor şaşırıyorsunuz hatta. Ama albüm çok uzun! (Filmlere uzun diyen boomer’lar gibi oldum farkındayım ama daha şarkı adlarını/sıralamasını bile ezberleyemedim.)
Here sene dönem dönem bazı dizileri yeniden izleme/ binge’leme maratonuna giriyorum. Bu sıralar benim için bu Lost! Son üç, dört bölümü asla izlemediğimden finalde ne olduğunu bilmiyorum, bir şekilde ne olduğunu da öğrenmedim. Ama bir noktada - ki şu anda üçüncü sezonu bitirmiş bulunuyorum. En baştan beri merak ettiğim birçok soru cevabını bulsa da bundan sonra yanıtlar için değil, daha nereye gidiyoruz diye izleyeceğim sanırım. Aklıma takılan birkaç konudan biri de, uçaktan kurtulan diğer figüranlar… NEDEN fonda kalabalık yapıyorlar. Bu fikir aşırı eğlendiriyor beni. Peki, orada ben olsam survive edebilir miydim? Oyuncuların hiçbirinin şu an popüler olmaması… Sanırım ÜBER POPÜLER DİZİDE BAŞROL OYNAMA curse’ü.
Jack'in eşini canlandıran - Julie Bowen'ın stilinin aşırı 2003 (early 00'ler) olması... VE BU LOOK'UN AŞIRI PRADA OLMASI!!! Beni dizide eğlendiren noktanın bu olması... Ben yokken Dries Van Noten, Dries Van Noten için tasarlamayı bırakacağını duyurdu. Netflix’teki belgeselini seyreden ya da Dries’i tanımayan ama adını Google’layan herkesin karşılaştığı Vogue’daki ev fotoğraflarından sonra herkes gibi kesinlikle bahçecilikle uğraşacağı bir şeyler yapmasını istediğime karar verdim. (Korkunç bir cümle oldu sanki, ha? ama anlaşılıyor da…) Belki Plant Magazie için guest editor’luk yapmak ister. Ya da keşke Hamish’le World of Interiors’ın co-editörü olsa. Bilmiyorum Tom Ford’un yaptığı gibi Dries’in de dünyasını başka yöne yansıtması lazım. Ayrıca Raf Simons gibi markasını komple kapatmalıydı. İnsanın kendi adını taşıyan, kendi için tasarladığı ve bağımsız olan markasını bıraktıktan sonra yerine başkasının gelmesini/ gelebilme fikrini anlamıyorum. Ok legacy diyebilirsiniz, ama Dries olmadan Dries Van Noten markası bizim için ne ifade edecek? Aslında mantıksız da bulabilirsiniz bu fikri çünkü günümüzde Chanel, Dior, Saint Laurent… (ama işte neyse. bu ayrı bir münazara konusu sanki..) (Foto Mart 1986’da sunduğu ilk erke koleksiyonundan-sonbahar/kış)
Alessandro Michele’nin yaptıklarından pek hoşlanmasam da McQueen gibi, Galliano gibi, Jonathan Anderson ya da Miuccia gibi fazlasıyla kişisel ve unique bir sese sahip olduğunu inkar edemem. Valentino ile doğru bir match’ler mi bu konuda bir şey diyemeyeceğim, ama savaş sonrasında pity vote’la Ukrayna’yı Eurovision’da birinci yapmak gibi bir şey bu sanırım. Tüm moda dünyası tek yürek olmuş Alessandro Michele için yeni bir “ev” arayışındaydı. Şimdi şunu merak ediyorum. Galliano ya da Slimane gibi house code’u görmezden gelip gittiği yere kendi vizyonunu mu götürecek, kendi vizyonunu gittiği yerle mi birleştirecek.
Hayır henüz Mary & George, Palm Royale ya da Dune izlemedim. Ve şu anda konuyla alakalı daha fazla soru kabul etmek istemiyorum…
Newsletter yazmadığım gibi pek kitap da okuyamadım. Son bir, bir buçuk ayımın tamamını Tina Brown’ın Vanity Fair “günlüklerini” okuyarak geçirdim. “Grace”, “Inside Vogue”dan sonra en iyi editör otobiyografisi sanırım. Alexandra Shulman’ın kitabı sadece insider dedikodusu ve serzenişlerle (girl you literally had the most powerful title yani, NEYSE!!) doluydu diye hatırlıyorum, ama Tina’nınki tam bir dergiciliğe 101 gibi. (Gereksiz fazla detay bilgi mevcut o da ayrı…) Keşke bunu dergiciliğe başlamadan önce falan okuyabilseymişim. Sadece şirket içi power move’ları nasıl ele almanız gerektiği konusunda ipuçları yok, aynı zamanda layout’lardan font seçimine kadar aşırı trivia sayılabilecek masterclass bilgiler de mevcut. 80’lerdeki Vanity Fair mantığıyla dergi yapan da kalmadı elbette de, dergide hep gereksiz bulduğum İçindekiler sayfasına fazla önem verdiğini okuyunca biraz şok oldum. Bir de yazlığınızdan, anne-babanınızın evine kadar KİRA ÖDEYEN BİR ŞİRKET Mİ????????? Ben left the chat…
Tabii sırada okumak istediğim diğer dergici (oto)biyografileri:
the chiffon trences- andre leon talley
the price of illusion- joan juliet buck
a visible man- edward enninful
Hep efsanevi - ikonik - ilham veren editörlerden bahsedecek değiliz ya. Beyaz mı beyaz, nerdeyse püritan ve republic’ci diyeceğim - çünkü hareketlerinin başka açıklaması olmaz Karlie Kloss, i-D’yi satın aldıktan sonra iki kişi dışında bütün dergi ekibini yollamış. Terry Jones’un altkültür yayını, misfit’leri modayla temsil eden derginin havası artık bir nostalji olarak gönüllerde yer edecek. Society at large olarak düşünecek olursak Karlie gentrifike etmeye geliyor. Aynı şekilde LIFE’ı da satın almış. Bakalım o cephede neler olacak. Sene 2024’te LIFE’a gerek var mı o da ayrı bir konu???
Bu aralar post’ları karşıma düştüğünde her bir fotoğrafına bakmaktan mutluluk duyduğum o hesap: secrets.jp -director’s fits ve thesimplicityman sonrasında yeni favorim.
Sürekli şunu düşünüyorum. Yani hayatım boyunca düşündüğüm ve hiçbir zaman da cevabını bulamadığım o soru. pierpaolo piccioli’nin 25 yılın ardından Valentino’ya vedası sonrası yine kafamı meşgul etmeye başladı… EVET BİR YERDE 25 YIL ÇALIŞMALI MI İNSAN? Tina Brown ve o ekolden gelen editörlerin de 67 yıl boyunca her öğlen aynı restoranda, aynı yemeği yemeleri gibi. Rutin nereye kadar güzel?
Bu hafta beni mutlu edenler
Loot yeni sezon geldi.
Yakın zamanda NYTimes için Kate Winslet’ı, Vogue için Carey Mulligan’ı ve Another için Paul Mescal’i fotoğraflayan Jack Davison bir de Jil Sander’in İlkbahar/Yaz 2024 koleksiyonu için bir film yönetmiş.
Bu aralar sık sık Andrew Scott konuştuğumuz için mutluyum. Son birkaç gündür sadece Ripley izlemediyseniz başka ne yapmış olabilirsiniz ki? (Ben Lost maratonundayım o ayrı…)
Interview’ün yeni sayısında Andrew Scott’ın yer alması…. Ve röportajının da Olivia Colman tarafından yapılmış olması…... (Her ne kadar Colman geçtiğimiz hafta Heartsopper’ın yeni sezonunda yer almayacağını açıklayıp beni/ bizi mutsuz etse de.) Neyse şimdi bu Interview’deki her söyleşi pek de iyi olmuyor. Bazen soruları soracak kişi sadece ciddi ciddi sorular soruyor, bazen hani bir dergici/editör olarak röp yapmak istemediğiniz ama yapmak zorunda olduğunuz, merak etmediğiniz ama soru sormak zorunda olduğunu durumlar vardır ya… Olivia’nınki öyle değil. Bir de röportajın tamamını okumak isterseniz link şurada, ama olur da okumayacak gibi olursanız derdimin anlaşıldığı favori bölümüm şurası.
COLMAN: Well, you were amazing. Can I ask you a proper journo question?
SCOTT: Oh, yeah. You as a journo, I love it.
COLMAN: I’ve just done a week of press and Jessie [Buckley] and I were going a bit stir-crazy with the same questions. My lovely PR said, “Should we turn it into a drinking game?” So she gave all the journalists mimosas and said, “If anybody asks the same question, you have to drink.” Then the whole thing was fun.
SCOTT: I bet you were hammered.
COLMAN: Yeah. It was brilliant.
SCOTT: And I bet the question that you drank the most to was, “What did you think when you first read the script?”
COLMAN: Oh my god. That’s it. Or, “What drew you to this?”
SCOTT: Yeah, me and Paul [Mescal] had it just recently on All of Us Strangers and that was our big one. But it’s amazing when somebody asks you a really offbeat question. You’re immediately energized by it, because the thing is, you’re never going to say, “Well, I was the seventh choice for this part, and I did this because I’m in a huge amount of debt.”
COLMAN: I have occasionally said that. “I had a huge tax bill, so it came at the right time.”
SCOTT: [Laughs] But it’s a very weird thing to try and speak about how absolutely feral you feel sometimes in that interview room. Do you know what the other one is? “Any funny stories?”
COLMAN: Hate that. There are lots of funny stories, but they were our funny stories.
SCOTT: It’s also questions like, “Who’s your dream dinner party guest?” And I literally cannot think of any human being that’s ever lived.
COLMAN: I know. We should have these in our back pocket, shouldn’t we? Also, it’s really hard for journalists to come up with new questions, I do understand that.

Kirsten Dunst!!!!!! Bir celebrity gibi her tarafta olması şu sıralar KALP BEN. Ve GQ’den Variety’ye kadar yer aldığı her kapağın yazısında ayri bir efsane quote ağzından dökülüyor…
Önce Jonathan Glazer’ın Oscar konuşmasına destek çıktı.
“Çocuk yapmak pahalı” diyerek süper kahraman filmlerinde yer almaya devam edeceğini söyledi.
Method acting sadece erkekler için verilmiş ayrıcalık dedi. “Eve geldiğimde çocuklarıma farklı şekilde davranacak lüksüm yok.”
“Edebimle yaşlanıp gelen rolleri ona göre seçerim de yine de suratıma müdahele ettirmem.” QUEEEN!!!!!!!!
duality of DUNST!!!!!! ragged and princess Ayrıca Dunst bu kapaklara “Civil War” sebebiyle çıkıyor. Film 19 Nisan’da vizyonda. Rol arkadaşı ise “Priscilla” Cailee Spaeny. Yönetmeni Alex Garland… (Ex Machina ve Annihilation).
Nicole Kidman ve Naomi Watts’ın Shiv Roy’un Londra’daki Dorian Gray temsiline gittiğine gördünüz mü? FELLOW AUSSIES SUPPORTING EACH OTHER AWWWW!!!
Peki şu afişin güzelliği.
Andrew Scott ve Kirsten Dunst gibi bu aralar her tarafta olan bir diğer isim/ iki isim de Gisele ve Shakira… Model ve şarkıcı olmalar değil, eski “futbolcu eşleri” olmaları - REAL HOUSEWIVES!!!!! onları kader ortağı yapıyor ama ikisi de spektrumun iki ucunda. Duygusal oğlanlar yetiştiren Gisele, ve “çocuklarım Barbie izlediler ve erkekliklerine laf geleceğinden korktum” diyen Shakira!!!! Vergi kaçırdığın zaman sana destek olduğum günler adına utanıyorum ne diyeyim. Hayal kırıklığı oldun SHAK!!!!!! * in another news, Beyoncé ve Rihanna’dan sonra bu kez Cardi B ile düeti var yani albümünde… (bu entry beni mutlu etmedi de - dunst ve scott’tan sonra olay buraya aktı diye şey ettim. ama bari mutlu eden bir şeyle bitireyim. GISELE’İN EFSANE POP KAPAKLARIYLA.
ughhh
göz atmak isteyebilirsiniz
Politikacıların hep özellikle dergi çekimlerinde high-end tasarımcılardan giydiklerinde eleştirildiğini biliyoruz. bu seferki ilginç bir seçim ve “discourse” ama Nişantaşı’nda bile sokağa çıktığınızda her beş kişiden sekizinin ayağında görebileceğiniz adidas Samba’ların Rishi Sunak’ın ayağında ne işi var? GQ’den - yeni favori editör/yazarlarımdan Samuel Hine yazmış.
Beyoncé, fazlasıyla queer Rönesans turnesi öncesinde, fazlasıyla anti-queer Dubai’de özel bir doğumgünü ya da düğün için sahne alınca ortalık yıkılmıştı. Bu kez ortalık yıkılmadı ama Beyoncé’ye ve Cowboy Carter’a bir de bu bakış açısından bakabilirsiniz. Post’taki her bir quote ayrı bir olay.
Sanatçıyı sanatından ayrı düşünebilir miyiz? Woody Allen ve Roman Polanski, Mario Testino ya da Bruce Weber cancel edilirken John Galliano’nun övülmeye devam edilmesinin sebebi nedir? Yakın zamanda Mubi’de izleyeceğimiz belgeselinden önce Rachel Tashjian yazmış.
“How, in a post-religious world, do you get forgiveness?” he said. “How are you redeemed, ever? In the old days, you could go and say your Hail Marys. How does that happen [now]? So that was really the first thing that I thought about, and somebody suggested John as a subject.”
Belki farklı insanları takip ediyoruzdur ama… Geçen günlerde Insta story’lerde tekrar tekrar paylaşılan o yazı… Pek çok kişinin açıp da okuduğunu düşünmüyorum ama NyTimes’ın post’una gömülü o quote insanları paylaşmaya sevk etmişti sanırım. Yeni bir Judith Butler röportajından bahsediyorum. Portresinin badass’liği de ayrı olay. Alev ateş.
In my experience of teaching, people are arguing with each other all the time. There’s so much conflict. It’s chaotic. There are many things going on — but indoctrination is not one of them.
Yine birtakım insanlar tarafından çokça paylaşıldı. Sanırım bazen şöyle oluyor. Herkes biri tarafından influence’lanıyor ve “aaa o paylaşmışsa kesin akıllıca bir şeyler yazıyor bunun içinde ben de paylaşayım” diyor. Vanessa Friedman, VEFA SADECE BİR SEMT ADI MIDIR? diye soruyor…
So what does it say, exactly, that three designers most known for their humanity are no longer in fashion? What does humanity in this context even mean? It’s a strange thing to call out as special in an industry in which products are (at least theoretically) made by humans, for humans, but think of it as a sort of fashion version of renaissance humanism. One marked by a certain generosity of spirit that infused everything these designers did, from the clothes they designed to the way they conducted business; a sense that they cared not just for what they made but also the emotional inner lives of people who wore it.
NyTimes üyeliğim olduğu çok mu belli oluyor? Bildiğimiz çirkin beyaz plastik sandalyeler, son yıllarda yeni dalga fotoğrafçıların VSCO ve sepya filtreleri gözünden yeniden cool oldu. (ben her şekil yazlıkçılıkla alakalı şeylere bayılırım o ayrı da… )T Magazine geçtiğimiz 100 yıla damgasını vurmuş 25 sandalyeyi seçmiş… Bunlardan biri de plastik beyaz sandalyeler… UMARIM SİZİN DE AKLINIZA ŞU SORU GELMİŞTİR. TÜRKİYE’DE ÇALIŞAN HER MODA EDİTÖRÜNÜN VE SET TASARIMCISININ MUHAKKAK HER STÜDYO ÇEKİMİNE TAŞIDIĞI O “ÇAKMA” SANDALYE DE BU LİSTEDE VAR MI?
Haftanın kapakları (ya da bu sıralar en sevdiklerim)
First things first… Yeni dergi alarmı! EROTIC REVIEW… MMMMMM Fetişlerin ve erotizmin de bir dergi teması olabildiğini gördüğüm her an mutlu oluyorum. Bu kadar fazla bir subgenre’ın ve dergiciliğin buluşabilmesi de benim “kink”im diyelim. Bir de “dergicilik ölüyor mü derler!!!!
İkinci mesele şu: Daha önce basımı durdurulan überİKONİK!!!!! indie-sleaze NYLON bu ay geri dönüyor. Orjinal yayın tarihinin tam da 25. yıldönümünde. Oldum olası var olan, gençlere hitap eden dergiler 2010’larda yayın hayatlarını durdurduklarından, bildiğimiz dergiler de sürekli Gen Z işleyip asla Gen Z’ye hitap edemezken sonunda gençlerin de gençliklerini yaşayabilecekleri bir derginin olması çok güzel!
GQ, artık gelenekselleştirmek üzere olduğu GLOBAL CREATIVITY AWARDS ISSUE diye bir şey yapmaya başladı. Bu sayede - çoklu kapaklarla - pek “kapak yüzü” olarak görmeye alışkın olmadığımız isimlere de alan açıyor. Adında yaratıcılık geçen bir sayı için pek de yaratıcı işler ortaya koymamışlar olsalar da… Bu sayının yüzlerinden biri Lewis Hamilton. Uzun zamandır bu kadar sıkıcı bir portre görmemiştim sanırım. Trent Reznor & Atticus Ross da diğer bir opsiyon… Şimdi Nine Inch Nails konusunda yorum yapamayacağım ama bu ikisi dünyanın en iyi soundtrack’lerini ortaya koyuyorlar hep. Dragon Tattoo için yaptıkları masterpiece bence. Sırada mı? Sıkı durun CHALLENGERS… Filmi önceden izleyeler daha önce kimsenin bu kadar güzel bir soundtrack hazırlamadığını da söylüyor. Heyecandan bayılmak üzereyim.
hugo comte işine bak kardeşim!!! Kapaklardan bir diğeriyse all hail HUNTER SCHAFER!!! 90’larda Steven Meisel kadrajından Helmut Lang ya da Prada’nın kampanya fotoğrafları olabilecek güzellikte UNMATCHED BİR NEW YORK COOLLUĞUNDA… İnternette esas olay yaratan kısmı ise tabii ki röportajında Rosalia ile beş ay takıldıklarını söylediği bölüm oldu, ya da sürekli trans rollerinin teklif edildiği. (Bu sırada bir ödül töreninde de Rosalia’nın canım arkadaşım Hunter sana da teşekkürler dediği bölüm internette yeniden paylaşıma sokuldu.)
Buraya -mecburi- verdiğim uzun arada İngiliz Vogue’unun yeni yayın yönetmeni ilk sayısını yayınladı. Herhalde bu hafta içinde de ikinci kapağı gelir. Neyse nisan etiketli ilk sayısına bakacak olursak… Hava kapalı sonbahar gibi gelse de it’s UK after all. Helmut Lang’ın New York taksileri varsa, British Vogue’un da Londralı taksileri var. İlk sayılar bence özeldir. Genelde onu yapanın dünyasını tam yansıtmasa da, kimliğinin oturması için birkaç ay - genelde altı- beklemek zorunda kalsak da bir derginin ilk sayısı/ ya da bir editörün ilk sayısı çok başka oluyor. (Laura Brown’ın ilk instyle sayısını bile almıştım, düşünün.)
Kapakta FKA var, Chioma’nın personal level’da bağ kurduğu biri. Loewe içinde. Şu anda aşırı aşırı hype. Benim için önemli iki şey vardı. Beyaz fondan kurtulmak (check) yayın yönetmeninin kendi dünyasına daldığı bir sayı hazırlayabilmek (check). Mutlu olduğum bir başka konu ise Edward gibi bağırmaması.
Bağırmayarak iş yapan insanları hep çok seviyorum.
İlk sayısında köklü değişiklikler yok: Mesela fontlar ve grafik tasarım hâlâ aynı. Ama bunun için Eylül sayısını beklemiş olabilir. Editor’s letter’da yazıyı asla okutmayan italik’ten vazgeçilmiş sonunda (THANK’S GOD!) Dergi direkt modayla ve ürünlerle açılmıyor. Chioma’ın American Vogue ekolünden geldiğinin bir göstergesi.
FKA’nin üstündeki aynı Loewe look Vogue Brasil’in de kapağında. İki alternatif var. Diğerini daha çok sevdim.
Baştan iki Brezilya. Ortadaki aşırı 70'ler fransız sineması değil mi? Sonuncusu Portekiz... Vogue Portekiz konusunda hep bir çekimserim. Olmamışlık var, Instagram’da herkes paylaşın diye üretilmiş yalandan popülist bir yaklaşım var kapaklarında. Sevmiyorum o yüzden çok. Bir de bilirsiniz, yabancı ünlüler böyle şeylere daha çok meraklıdır. Onlara iyi bir şey sunulacağını bildikleri yerlere giderler, ama kimse Vogue Portekiz’e gitmiyor. ACABA NEDEN?
Bir de mesela Vogue portekiz’in teması MEMORIES… Kapağa vintage bir Chanel ya da Cartier&Tiffany bile koyabilirlerdi. Hani aile yadigari. After all you are selling HIGH FASHION!!!!! Onu yapmıyormuşçasına gereksiz artistik o çirkin bağ neden?
Sophie Marceu’nun her Vogue Paris/Fransa kapağında slay’lemesi şaka mı?
Sol üst derginin yeni sayı kapağı, sağ üst Sophie'nin ilk kapağı Ben yokken; Vogue edisyonlarına bir yenisi daha eklendi. Adria. (adriyatik ülkelerini kapsıyor.) Bütün dünya nefesini tutup Africa beklerken… Gideceği yolu çok merak ediyorum yine de… İskandinav fazla kayboldu ve amacına ulaşamadı gibi hissediyorum. Dünyanın en cool yayını olabilecekken kimse yüzüne bile bakmıyor mesela. Adriya bir conversation açabilecek mi? Göreceğiz, kimsenin pek umrunda olacağını düşünmüyorum.
+ Her yeni Vogue kapağından sonra hatırlatmaya devam edeceğim o iki DEBUT ISSUE!!! Vogue Polonya ve Vogue Japonya… SLAYLEMENİN KİTABINI YAZMAK BÖYLE BİR ŞEY İŞTE…
üsttekiler vogue adria, altta polonya ve japon Ve Conde Nast ailesinin bir yeni üyesi daha, Vogue Çekoslavkya sonrasında, Wired Çekoslavkya.
Vogue İskandinavya - kedi olalı fare yakaladı… (az evvel bok atarken) Kapağında BJÖRK VAR!!!!!!!! BUgüne kadar hiçbir Vogue edisyonun Björk’ü kapak yapmaması????????? MAKE IT MAKE SENSE!!!! TIPKI TİLDA GİBİ… BİR TARAFTAN DA BJÖRK’ÜN bütün o another, dazed ve id kapaklarının insanı fotoğrafçı ya da dergici olmaya itecek güzellikteki gücünü gördükçe. ANA AKIM DERGİCİLİK REZİLSİN GERÇEKTEN… Vogue İskandinavya’nın yeni sayısında aynı zamanda HARD ROCK HALLELUJAH diyen ekip ve drag race’ci Miss Fame de var.
İki de şaşırtıcı işbirliği. İkisinin de sahibi Nick Knight. Şaşırtıcı olma sebebi Nick’in işlerini Vogue Greece ve Vogue Singapur kapaklarında görmek oldu. Naomi’ninki Yunan güneşi için fazla gloomy ama olsun.
In the history ve dergicilik kimse bu kadar güzel bir VEDA BUSESİ kondurmamıştı. Margaret Zhang’in zaten SUPREME VOGUE EDİTÖRÜ olduğunu biliyoruz da hazirandaki son sayısından önce Rihanna’yı kapağa çıkartmak, bu zamana kadarki en iyi vogue kapaklarından birini yapabilmek ve RIHANNA’NIN BUNU PAYLAŞIRKEN ÖVMESİ!!!! UGHH THATS HOT. Vogue Çin’in bu kısa ama özel dönemi… Her zaman kalbimizde…
Her zamanki gibi m kapağı……….
Anne Hathaway, Rebecca Ferguson ve Sydney Sweeney kapaklarına girmiyorum bile. AZDIRTICI BİR SEKSİLİK……..
konuşmamız gereken reklam kampanyaları
Prada: Jonathan Glazer * Scarlett Johansson ve Prada birleşiyor. Scarlett’i hiçbir zaman Prada ile bağdaştıramıyorum ama vizyonu çok net de görebiliyorum. ScarJo Prada içinde olduğunda garip bir olgunluk geliyor üstüne. Bir taraftan da bence yeni jenerasyonun Scarlett’i Sydney sweeney’nin de miu miu kızı olması da garip ya hani…
Helmut Lang - Peter Do ilk koleksiyonunu tanıtırken People of Helmut Lang diye bir işe girişmiş. Genelde markanın ve Peter’ın etrafında olan insanlar, aynı zamanda takıntılarını/tutkularını paylaşıyorlar. Thank’s got listede BrendaHashtag yok.
Versace: Men of the moment, Cillian Murphy ve always icon- Anne Hathaway, Versace’nin Icons serisi için bir arada. Cillian’ın bir modaeviyle işbirliği yapmış olması çok garip. Bunun Versace olması daha da garip.
Loewe: Sinema başka disiplinlerle bir araya geldiğinde ortaya çıkan işleri daha da çok seviyorum. Aslında sevmek de değil, heyecanlanmak. Miu Miu’nun Women’s Tale serisini bu yüzden seviyorum, filmlerde güzel kıyafetler görünce, ya da tasarımcılar (son örnek Challengers için Jonathan Anderson) sinema filmleri için tasarlayınca. Benzer bir şekilde tasarımcılar da sinemayla, sanatın herhangi bir dalıyla ama en çok da plastik sanatlarla ilgilenince bu da beni heyecanlandırıyor. Kıyafetlerin sadece kıyafet olması gerektiği düşünce biçimi benim için hızlı modada ya da hype markalarla sınırlı olmalı çünkü. Neyse konuyu çok uzattım ama geçen hafta yeni bir Loewe video’su dolaşımdaydı. Instagram story’lerde Jacquemus içerikleri dışında yaratıcı video’lar sirküle edilince daha mutlu oluyorum. Neyse;
Yakın zamanda yayınlanacak yeni nu-look sayısında Loewe/Jonathan Anderson hakkında pek de derinlemesine inemediğim bir yazı yazdım. Tabii yazma aşamasında epey kaynak ve röportaj tarayınca karşılaştığım her Loewe yazısında yazarların muhakkak parantez içinde Loewe’nin nasıl okunduğunu göstermeleri oldu. Ben de yaparsam taklit olacağını düşünüp yapmadım- dergi tam matbayaa geçtikten hatta ofise bir adet “advanced copy”si geldiğinde artık geç kalmıştım ama keşke ben de okunuşunu ekleseydim diye pişman oldum. Dan Levy (yakın zamandaki Netflix filminde Loewe tasarımları vardı) ve Aubrey Plaza (Loewe yüzlerinden) decade’ler arasında gidip gelen bir reality show’unda Loewe’yi doğru bir şekilde okumaya çalışıyor. Daha önce komik bulunan ya da YouTuber’lar ya da neyse artık içerik üreticileri tarafından dalga geçilmek için çekilen bu tarz içerikleri bir modaevinin RECLAIM etmesine sevindim. Biraz da parmak sallıyor belki, gerçi Loewe benzer bir şeyi daha önce yapmıştı. Defile sonrasında insanlara markanın adını telaffuz ettiren Loewe değil miydi?
Neyse esas Proenza Schouler - Schiaparelli için de yapabilir miyiz?
Donatella yıllarca it’s not Versaciiii, it’s VersaCEEEE dese de, en yakınında ve her sezon onunla çalışan GOAT süpermodeller bile versaci demeye devam ediyor (nayki der gibi.)
Editör olarak beni en çok bitiren de Raf Saymıns mı Raf Simons mu? Saint Laurent’nın mı? Saint Lauren’ın mı? Chopard okurken şopa mı diyoruz… Gibi gibi. Tek derdimiz bu olabilir bugün.
Yeni müzik
Bu sıralar diğer çok fazla dinlediklerim, önümüzdeki günlerde dinlemeye devam edeceklerim…
Yeni Vampire Weekend albümü. In december we drinking Horchata günlerinden bu yana hiçbir şey değişmemiş. En son 2010’da takıldığım bir arkadaşı görmüşçesine bir mutluluk. (Yalan 2010’dan beri görmüyorsam hayatımdan çıkarmışımdır da, o günleri anımsattı biraz. Güneşli günlerde serdar-ı ekrem’den geçip Karaköy’e inip Laleli’ye okula yürürken dinlediğim günler gibi…) Yeni albüm çok çok güzel de o günden bu yana sound’da sıfır değişiklik…
The memories don't fade
Surprisin' fate for days
You elegantly wasted
Before you lost your spark
Took acid in the park
We're livin' in a basementYeni Mahmood albümü. Ama daha çok özellikle de iki şarkı. Tuta Gold ve Angele ile düet. Sempre/ Jamais
Peggy Gou ilk albümünden önce yeni bir single daha attı bize doğru.
Konu müzikten açılmışken gelecek aylardan üç güzel konser haberi.
Massive Attack, 23 Temmuz’da Park Orman’da.
The Blaze, 18 Mayıs’ta Küçükçiftlikte.
Miles Kane, 18-19 Mayıs’ta SalonİKSV’de.
Kırmızı halı, sezon kampanyaları ya da sezon koleksiyonları üzerine birkaç not
Cannes’dan bu yana- hadi o kadar geniş tutmayalım sadece bu ödül sezonundan da bahsedebiliriz, zihnimizde bundan sonra kira vermeden yaşayabilecek bir look kaldı mu? hadi dune press’i de dahil edelim. ama zorlama olacak. çünkü sadece zendaya’nın mugler look’u var burada da. AMA O DA BAŞKA BİR MESELEYE PARMAK BASTIRIYOR. sezon koleksiyonlarından memorable bir şey seçmek çok mu zor? özellikle new york ve londra defileleri ve oradaki up and coming markalar genelde sadece kostümvari, show piece’ler tasarladıklarından…. (Beyonce bile en son 93 Versace koleksiyonuna düştü)
Rosamund’un globe’lardaki look’u? Aslında bahsettiğim şey tam olarak meme worthy şeyler de değil. Mesela bu Maestro era’sında Carey Mulligan’ın dolabı… Ama onda da aklımda siluetler kaldı, tam olarak kıyafetler yok?
Mesela konuyu burdan şeye getirmek isterim.
Sadece defilelerde değil, reklam kampanyalarında ya da dergilerde de gittikçe her şey çok depresif olmaya başlıyor. İşin garibi, yani acaba sorun bende mi diye düşünürken televiyzon, sinema ve müzik konusunda aynı şeyi pek düşünmüyorum, hâlâ heyecan verici çok fazla şey oluyor. Ya da modaya gereksiz bir başka anlam ya da ne bileyim bir şeyler mi yüklüyorum.
Ama geçtiğimiz hafta W, Vogue (Amerika, İspanya + UK) edisyonlarının yeni sayılarını karıştırınca ilkbahar/yaz koleksiyonlarının olduğu reklamlara da baktım. Baktım çünkü benim en sevdiğim şey olabilir. Kapaktan sonra hemen kim var, en fazla sayfayı kim almış, kimde hangisi var, hangisi yok… Gibi gibi bir sürü denklem… Geçtiğimiz sezonun clear kazananı, Ferragamo’nun Uffizi Gallery ile işbirliğindeki kampanyaydı mesela. HANİ WORLD STOPPED dediğimizden. Bu sezon onlar bile bir downgrade yaşamışlar.
Birbirlerinin fontlarını tekrar eden marka logoları gibi kampnaylar da birbirlerini tekrar etmeye başladı. Düz bir fon ve call it a day! Ve sonra models.com'dan bu kampanyaların kredilerini check ettiğiniz o “sıradan” imajı hayata geçirmek için seda sayan’a çekilen fakslar kazar uzun bir künye. Sonra bir de bu insanların tek bir işten ne kadar kazandıklarını düşünüp daha derin bir depresyona dalıyorsunuz.
Efor gösteren/ gösterirmiş gibi yapan markalar yok değil.
1- Bottega’nın bunun için Tokyo’ya kadar uçması mesela.
2- Sezonun en iyisi mi bilemicem ama kesinlikle çok iyi Gisele ve Alaia.
3- Dior’u beğendim ama tam olarak nesini ve neden beğendiğimi çözemedim. Bazı kareleri çok fazla Alex Katz’ı anımsatıyor belki ondan. Ama onra dantelli elbiseler var. Dantel kadar sevmediğim çok az şey var sanırım.
4- Valentino’nun yapmaya çalıştığını az biraz anlamaya çalışsam da… Yine de… Bi vibes are off durumu söz konusu. New York manzarası ve Kaia Gerber! Chill, ok!
5- Stüdyo çekimi konusunda da Gucci’nin hakkını yemek istemiyorum, çünkü kıyafetler çok güzel duruyor.
6- Ama koleksiyonlarının arkalarındaki hikayeye bakınca Prada ve Louis Vuitton’dan çok daha fazlasını beklerdim. Fendi’de bence insanı çıldırtacak kadar güzel çantalar var. Evet LIU WEN dev hayranıyım ama sanki daha iyi bir kampanyayı hak ediyordu o çantalar.
7- Ve övmekten utandığım Dolce& Gabbana… Övmek de değil de, işte markayla ilişkimiz belli. Zaten Miley Cyrus da gitmiş yeni kampanya yüzü olmuş. NEDEN? Yoksa Dolce’ye olan kızgınlığımız, kırgınlığımız geçti mi?
8- Son olarak yeni Phoebe Philo! İtitaf etmem gerekise Mart sayılarında daha büyük bir Philo coverage’ı bekliyordum. Bütün spotlight’ı Miuccia kaptı, belki gelecek ay. Ama elbette yine Daria Werbowy ve ona eşlik eden SANDRA HÜLLER!!!! Devir değişti ama bir zamanlar Penelope Cruz, Marion Cotillard gibi 90’larda ve 00’lerde nispeten daha az tanıdık ve up and coming oldukları yıllarda bu isimlere karşı Hollywood ve moda dünyası pek de welcoming davranmıyordu sanki. Son yıllarda lesser known european movie actress daha IN olmaya başladı. Ki 2016’dan beri tek dileiğim Faroe Adaları’nda merkez ofisi olacak dergimin kapağına Cannes filmlerinden yıldız seçip koymak. IM AFRAID AMA günü gelince ILL EAT IT!!!!!!
Neyse belki bu konuya da daha fazla değinmeliyiz…. Başka sefere… YORULDUM.
nisan’da merak ettiklerim
Tabii ki Challengers. (26 Nisan’da. Aynı gün vizyona girecek bir diğer film de Euphoria’dan Sydney Sweeney’nin rahibe/korku filmi Immaculate.)
11’inde Cannes Film Festivali line up’ı açıklanıyor. Bu yıl da uzaktan izleyeceğiz. Vize randevusu alabilen?
12 Nisan’da da Perfect Days Mubi’ye geliyor..
John Galliano belgeseli Mubi’ye geliyor. Açıkçası yeri gelmişken şunun hakkında da konuşalım. Geçen ay out of context bir anda Mubi’ye, Gucci’nin kreatif direktörü Sabato de Sarno hakkında epey minik, Gucci’deki ilk defilesinin perde arkası konulu bir belgesel geldi. Kering marketing ve PR takımı iyi çalışıyor. Dergi ve gazetelerdeki “puff piece” diye adlandırdığımız şeylerden farksızdı bu belgeselin içeriği. Bir de hep sessiz sakin göründüğünden… aslında içinde bir diva’nın gizlendiğini de görmüş olduk. Belgeselin en güzel yanı seslendiren kişinin Paul Mescal olmasıydı bence.
17-28 Nisan’da İstanbul Film Festivali. Aslında bir liste yapacaktım, ancak henüz işin içinden çıkamadım… Belki haftaya… arta kalan biletlerden??? basın bülteni gibi duracak AMA GERÇEKTEN VE GERÇEKTEN YILIN EN GÜZEL ZAMANI.
Haftanın fotoğrafı
Dua Lipa pedrocito’nun yeni filmin setinde.
Haftaya (inş) görüşmek üzere!
Bu uzun bülteni/ saçma takıntılı sayıklamalarımı okuduğunuz için teşekkürler.